Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte uluslararası ilişkiler ve güvenlik çalışmaları alanında yeni yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamış, devleti korunması gereken yegâne unsur olarak gören klasik güvenlik anlayışı sorgulanır hale gelmiştir. Bu yaklaşımlar içinde Kopenhag Barış Araştırmaları Enstitüsü ile özdeşleştirilen ve Kopenhag Okulu olarak bilinen ekolün temsilcileri tanımladıkları beş güvenlik sektörü içine toplumsal güvenlik kavramını da dahil etmişlerdir. […]
Bu İçeriği Paylaşın
Share
Facebook
Twitter
LinkedIn
Email
Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte uluslararası ilişkiler ve güvenlik çalışmaları alanında yeni yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamış, devleti korunması gereken yegâne unsur olarak gören klasik güvenlik anlayışı sorgulanır hale gelmiştir. Bu yaklaşımlar içinde Kopenhag Barış Araştırmaları Enstitüsü ile özdeşleştirilen ve Kopenhag Okulu olarak bilinen ekolün temsilcileri tanımladıkları beş güvenlik sektörü içine toplumsal güvenlik kavramını da dahil etmişlerdir. Askeri güvenlik, siyasal güvenlik, çevresel güvenlik, ekonomik güvenlik ve toplumsal güvenlik olarak adlandırılan sektörler, bütüncül bir güvenlik anlayışı içinde birbirinden ayrı ama birbirleri olmadan da düşünülemeyecek alanlardır. Bu ekolün temsilcilerinden Ole Waever’e göre toplumsal güvenlik bir toplumun özünü oluşturan kimliğin mevcut ve ileride gerçekleşebilecek tehditlere karşı korunması ve kendini devam ettirebilmesi durumudur. Bu yaklaşımda bireysel kimliklerden değil bir toplumu var eden ve bizlik duygusunu yaratan kolektif kimlik unsurlarının (dil, din, kültür, gelenekler gibi) korunması durumundan bahsedilmektedir.
Toplumsal güvenliğin gündeme gelmesi ve tartışılır olmasına neden olan en önemli gelişmelerden ilki 1994 yılında Ruanda’da başlayan ve yaklaşık bir milyon insanın öldürülmesi ile sonuçlanan etnik ve aynı zamanda kimlik temelli soykırımdır. Yakın tarihin en kanlı kimlik temelli çatışmalarından bir diğeri 1990’ların ortasında sadece Avrupa’yı değil, tüm dünyayı dehşete düşüren Yugoslavya’nın dağılması sürecinde yaşanan iç savaştır. Eski Yugoslavya’da Soğuk Savaş süresince baskılanan gerginlikler, halklar arasında patlak veren silahlı çatışmalarla su yüzüne çıkarken, Boşnakları hedef alan etnik temizlik, toplumsal güvenliğin devletin askeri ve siyasal güvenliğinden çok daha farklı bir alan olduğunu tüm dünyaya göstermiştir.
Ole Weaver, toplumsal güvenlik neden yeni ve bütüncül bir güvenlik anlayışı içinde yer almalıdır sorusuna bazı cevaplar vermiş ve bu cevaplarla aslında devlet güvenliği ile toplumsal güvenlik arasındaki temel farklılıkları da ortaya koymuştur. Bunlardan birincisi, klasik güvenlik anlayışının merkezinde bulunan devletin güvenliğinin toplumun güvenliği anlamına gelmemesidir. Bu iki referans nesnesinin birbirinden farklı güvenlik gündemleri olabileceği gibi, devletsiz halklar veya azınlıklar da devlet ile ilişkilendirilen bir güvenlik mimarisinin dışında kalmaktadırlar. Hatta baskıcı rejimlerde bizatihi devletin kendisi topluma bir tehdit oluşturmaktadır. İkinci önemli gerekçe, millet ve o milletin devleti ile özdeş kılınan bir güvenlik anlayışının toplumsal güvenliği dışlaması olasılığıdır. Devlet ile milletin sınırlarının örtüşmesi çoğu zaman mümkün olmadığından devletin güvende olması milletin de güvende olacağı anlamına gelmez. Çünkü milletle özdeşleştirilen bir devletin sınırları dışında yaşayan ama kendisini o milletin bir parçası olarak gören toplumlar, bu mantıkla bahsi geçen devletin sağlayacağı güvenlikten mahrumdurlar. Üçüncü önemli gerekçe ise bir devlette yaşayan ırklara dayalı azınlıklar ve alt kültür gruplarına mensup toplumların güvenliğinin klasik devlet merkezli yaklaşımda dışarıda bırakılmalarıdır.
Toplumsal güvenliğe yönelik tehditler, dört grupta sınıflandırılmaktadır. Bunlar Ole Weaver tarafından sırasıyla göç, yatay rekabet ve dikey rekabet olarak adlandırılmaktadır. Bir toplumun göç neticesinde kendisini tehdit altında hissetmesi, o toplumdaki demografik yapının bir başka gurubun göçü sebebiyle değişeceği ve bizlik duygusunu oluşturan unsurların bir başka toplum tarafından ortadan kaldırılacağı kaygısını yaşaması durumudur. Weaver bu duruma örnek olarak Tibet’e Çinlilerin göç etmesi veya Rusların Letonya’ya göç etmesi vakalarını örnek göstermektedir. Bu noktada tehdit olarak sınırlı veya dönemsel, mevsimsel göçlerden değil toplumların kendilerini tehdit altında hissedecekleri oranda sistematik, sürekliliği olan ve büyük ölçekli göç hareketlerinden bahsedilmektedir.
Weaver’a göre toplumsal güvenliğe yönelik ikinci tehdit olarak tanımlanan yatay rekabet, toplumun komşu ülkelerin dilleri ve kültürel etkilerine maruz kalarak dönüşmesi riskidir. Bu etki yüzünden dillerini, kültürlerini ve toplumdaki bizlik duygusunu yitireceklerini düşünen toplumlar yatay rekabet neticesinde başka toplumlara benzeyecekleri veya dönüşecekleri korkusunu yaşayabilirler. Weaver’ın toplumsal güvenliğe yatay rekabetten kaynaklanan tehdit algısına verdiği örneklerden biri Kanadalıların Amerikanlaşma korkusudur.
Weaver’ın toplumsal güvenliği hedef aldığını söylediği tehditlerinden üçüncüsü dikey rekabettir. Dikey rekabet, insanların kendilerini bir toplumun parçası olarak görmekten vazgeçecekleri parçalanma veya bölgesel entegrasyon süreçlerinden kaynaklanan tehditler olarak tanımlanmıştır. Weaver entegrasyon sürecine küçük ölçekte farklı ulusal kimlikleri bir potada kaynaştırmayı hedefleyen Yugoslavya’yı, büyük ölçekte ise bir Avrupalılık kimliği etrafında yürütülen entegrasyon projesi olarak Avrupa Birliğini örnek göstermektedir. Toplumlar bir merkez üst kimlik etrafında yürütülen bu gibi durumları kolektif kimliklerine yönelik bir tehdit olarak algılayabilmektedirler. Kanada’nın Quebec ve İspanya’nın Katalan bölgesindeki kolektif kimlik etrafındaki toplumsal hareket ise bölgeselci-ayrılıkçı bir proje olup daha dar ve alt kimlikler etrafında bütünleşmeyi hedeflemektedir.
Waever, toplumsal güvenliği hedef olan son tehdidi belirli bir nüfusu bir anda ortadan kaldırabilecek tehditler grubu olarak tanımlamaktadır. Savaş, açlık, doğal afetler veya planlı yürütülen soykırım ve etnik temizlik gibi eylemler bir toplumun kendisini üreterek gelecek kuşaklara bizlik duygusunu yaratan unsurları aktarmasına engel olurlar.
Toplumlar kendilerini bu tehditlere karşı savunurken iki yöntem izlemektedirler. Birinci yöntem, toplumsal güvenliğe yönelik tehditlerin bertaraf edilmesi için devlete başvurmaktır. Toplumlar bu noktada devletten göç vb. konularda güvenlik başta olmak üzere çeşitli tedbirlerin alınmasını ve yasal düzenlemeler yapılmasını talep edebilirler. Bir diğer yöntem ise toplumların kolektif kimliklerine yönelik tehditleri kendilerinin bertaraf etmeye çalışmalarıdır. Bu yöntemde çoğunlukla dilin korunması ve kültüre odaklanma yoluyla kimliği koruma çabaları görülmektedir. Ancak kimi örneklerde toplumların kolektif kimliklerine yönelik tehditlere karşı korunmak için silahlandıkları veya komşu ülkelerle işbirliğine giderek çatışmayı tercih ettikleri de bilinmektedir.
Daha fazlası için:
Okuma Önerileri:
Kitap: Paul Roe, Ethnic violence and the societal security dilemma, New York: Routledge, 2004.
Kitap: Per Lægreid ve Lise H. Rykkja, Societal Security and Crisis Management: Governance Capacity and Legitimacy, Londra: Palgrave Macmillan, 2019.
Kitap: Sebastian Larsson ve Mark Rhinard, Nordic Societal Security: Convergence and Divergence, Londra, Routledge, 2020.
Makale: Fulya Hisarlıoğlu, “Toplumsal Güvenlik”, Güvenlik Yazıları Serisi, No. 29, 2019.
Makale: Tobias Theiler, “Societal security and social psychology”, Review of International Studies, Cilt 29, No. 2, 2003, s. 249-268.
Makale: Ole Wæver, “The changing agenda of societal security”, Brauch H.G. vd. (der.), Globalization and Environmental Challenges, Hexagon Series on Human and Environmental Security and Peace, Berlin, Heidelberg, Springer, 2008, s. 581-593.
Film: Schindler’s List (Schindler’in Listesi), 1993.
Video: Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Güvenlik Çalışmaları – Prof. Dr. Zeynep Alemdar, UIK https://www.youtube.com/watch?v=bKeFlEbF8PA (Erişim Tarihi: 24 Kasım 2020).
Şevket Ovalı
Doç.Dr. Şevket Ovalı, Lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 1996 yılında tamamlamıştır. Yüksek lisans derecesini Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’ndan, doktora derecesini ise Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’ndan alan Doç Dr. Ovalı, 2004’ten bu yana Dokuz Eylül Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Bir süre Hollanda Maastricht University College’da lisans ve lisansüstü dersler veren Ovalı’nın başlıca çalışma alanları, uluslararası güvenlik, Türk dış politikası, Türk-Yunan ilişkileri ve Türk-Amerikan ilişkileridir. Doç. Dr. Ovalı, 2010’dan beri Uluslararası İlişkiler Dergisi’nin editörü olarak görev yapmaktadır.